Masalların Arka Sokakları

Eski gazeteci-yazar Asuman Bayrak’ın kadınları yazmaya teşvik eden, günümüz insanının
dününe bugününe ışık tutan, ezber bozan, put kıran, başkaldıran yeni romanı, Eğrelti Otları Şarkı Söyler Mi? Edebiyatist Yayınevi’nden Aralık 2021’de yayımlandı.

Bayrak, ikinci romanı Eğrelti Otları Şarkı Söyler Mi?’de iki ailenin üç nesil kadınını, hikayelerini kendilerine anlattırarak üç şehir arasında zamanda yolculuğa çıkarıyor. Hepsinin söylemi farklı farklı… Onlar yol aldıkça biz de kendi geçmişimize gidip, hayatı sorguluyoruz. Eğrelti Otları Şarkı Söyler Mi? sadece hikayesiyle değil şeklen de ezber bozan bir roman. Karakterlerin söylem ayrılığı, edebiyatın farklı türleriyle taçlandırılmış, bu da metne postmodern bir hayat katmış.

Her hayat bir roman, her romanın ilham kaynağı bir masal olabilir. Gerçeküstü olsalar da
gerçekleri anlatır masallar. İnsana kendini iyi hissettiren, düşündüren, hayal kurduran, günlük koşuşturmalardan, sıkıntılardan uzaklaştırıp nefes aldıran vahalar yaratırlar. Eğrelti Otları Şarkı Söyler mi? aslında bir masalın adı. Kitapta, bir zamanlar, aynı apartmanın karşılıklı iki dairesinde yaşamış Emel ile Ümit’in dünyaları, dünün iki küçük kızı, bugünün iş güç sahibi kadınları anlatılır. Onlar, hayata yetişip yetişememekten şüpheli, birer de kız yetiştirmişler, evrene hediye niyetine. Yıllar sonra hatırlamışlar birbirlerini. Geçmişten çıkıp gelen hatıralar, her ikisine de hayatı yeniden sorgulatmış. Anneleri muhasebe defterleri olmuş, kızları gelecek hayalleri.

Birgün – 26 Aralık 2021

Genel kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Bilimkurgu sever misiniz?

Son kitabım “Kuzey Kutbunda biri mi var?” henüz yayımlanmadı ama buradan paylaşmak istedim. Geleceği öngörmenin giderek zorlaştığı bugünlerde evde kitap okuyanlar için…

Genel kategorisine gönderildi | , , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum yapın

Ab-ı Hayat

Bir kitap

Yaşam Suyu

Clarice Lispector

Portekizceden çeviren Başak Bingöl Yüce

Monokl Yayınları

Edebiyatta devrim örneği. Kural dışı/sıra dışı bir metin. Büyüleyici, hatta büyücü. Zaten “efsunlu” diyorlar. Sanki kelimelerle iğne oyası işliyor. Tül gibi, arka tarafı/içeriyi net göstermiyor, sezdiriyor. Zaman zaman sert; mekik oyası gibi. Dik duruyor. Batıyor, çıkıyor. Tavizsiz. Yazarın kendi nasıl tanımlıyor, tanımlıyor mu bilmem, önemli de değil. Önemli olan bana yazması. “Sözüm sana” diyor. Karşımda oturduğunu hissediyorum. Anın içinden, doğrudan konuşuyor. Kırık dökük cümleleri bazen korkutup kafa karıştırıyor, bazen hayallere daldırıp mutluluk saçıyor. Hayat gibi. Yaşam Suyu.

Önce Brezilya Kültür Bakanlığına teşekkürler. Çünkü onların desteği ile Clarice Lispector’un kitapları Türkiye’de yayımlanmaya başladı. İkinci teşekkür çevirmen Başak Bingöl Yüce’ye. Kitaplara hakkını vermiş. Son teşekkür de Monokl Yayınlarına. Nefis bir kapak. Gerçekten özenli bir baskı. Geriye okumak kalıyor.

Clarice Lispector (1920-1977) Brezilya edebiyatının en büyüklerinden. Ukrayna doğumlu. Yahudi. Hukuk eğitimi almış. İlk romanı “Yabani kalbin yakınlarında” yayımlandığında 23 yaşında. Sonra diplomat bir adamla evlilik. Çocuklar. 1959’a kadar çeşitli ülkeler. Rio’ya dönünce, edebiyatla daha fazla ilgileniyor, kitapları yayımlanmaya başlıyor, ancak 1966’daki trafik kazası, son yıllarını acı içinde geçirmesine neden oluyor.

Lispector, ikibinli yıllarda tüm öykülerinin İngilizcede yayımlanmasıyla birlikte, yeni keşfedilmiş klasiklerin yazarı olarak ün kazandı. Fransız felsefeci, akademisyen, yazar, eleştirmen Hélène Cixous da, Clarise Lispector’un dünya çapında tanınmasına öncülük etti.

Çevirmen Başak Bingöl (http://t24.com.tr/k24/yazi/clarice-ben-ve-digerleri,1310) K24’de yazdığı yazıda Yaşam Suyu için “düşüncenin ardında ışıldayan şeyin peşindeki” bir “doğaçlama” diyor. Yazarın kelimelerle dansını anlatıyor. Hele bir “it” meselesi var ki, anlatılamaz. Okunur. Asuman Susam (https://www.academia.edu/30923391/Clarice_Lispector_-_Y%C4%B1ld%C4%B1z%C4%B1n_Saati_Kendi_Olma_Yolunda) da kadına dayatılan sessizliği kırmak için, yazarak meydan okuyan Clarise Lispectoru tanıtıyor. Yazarın postmodern anlatı stratejileriyle üçüncü dalga feminist kuramların kesişim noktasında yer aldığından bahsediyor.

Kadınlar dilin hem taşıyıcısı, hem esiridir. Sahip olamadıkları için suskunluğa gömülür, kaybolup giderler. Clarice’in sözcükleri dördüncü boyut. “Kadın dili” ya da “dişil dil” denen bir örnek. Bedeniyle yazmaya çalıştığını anlıyorsunuz. Hızlı okunmayı, bakarmış gibi okunmayı diliyor. Yazarken tazelendiği, yenilendiği açık. Kendini yenilerken, okurunu da yeniliyor. “Bana eşlik etmek isteyen buyursun: yolculuk, uzun, çetin ama canlı…. Ve cümlelerin devrilişinden bir sessizlik doğuyor, incelikle.”(s.22) Kendi tabiriyle caz müziği gibi doğaçlama yazıyor. Zevkten titreyerek, yalnız ve özgür. “…sana yazarken seni zorluyorsam, üzülürüm.”(s.68) dediğini aktarıp bir an evvel kitabı elinize almanızı tavsiye ederim.

Bu arada, Yaşam Suyu’na ab-ı hayat denebilirdi. Daha yakın. Daha bu topraklardan. Ab-ı hayat, farsça hayat suyu demek. Bengi su. Saf ve berrak su. İnce ve derin manalı söz anlamını da taşıyor. Her açıdan kitaba uygun düşüyor.

Ab-ı hayat, efsaneye göre, içene ölümsüzlük kazandırırmış. Hızır’ın bu sudan içtiği söylenir. Dirlik suyu, can suyu. İskender bu suyu arar. Mitolojik metinlerde, dini kitaplarda bu sudan bahsedilir. Edebiyatın ab-ı hayatı da Clarise abladan…

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Kabuk Adam’dan Kabuk Kadın’a

Aslı Erdoğan’ın ilk kitabı yalnızlık üzerinedir. Kabuk Adam’da “tutkulu bir aşık gibi kur yaparak yağan yağmur”ları, “ölümcül aşkları ve nefretleri hatırlatan rüzgar”ları, “okyanusa doğru yardım bekleyen bir el gibi uzanan iskele”yi gözünüzün önünde canlandırırken, çıldırtıcı gücünü yaşanamayan arzulardan, gizli hayallerden alan bir tutkuyu, ölümle yaşamın sınırında kurulan mucizevi bir dostluğu, aşkı, korkuyu ve umutsuz yalnızlığını anlatır.
Kitabın daha ilk sayfalarında Türkiye’de tek bir dostunun olmadığını söyler. Çünkü o hiçbir “cemaat”in içinde değildir. Topluluk zihniyetinin yarattığı kabuğun içine sıkışıp kalmamış, başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kendi aklını kullanma kararlılığını ve yürekliliğini göstermiştir. Oysa bu memlekette herkes tanımlı bir yere, konuma sahiptir.
Türk, Kürt, Alevi, Müslüman olmanın yanı sıra birinin eşi, başkasının ablası, abisi, amcası, dayısı, yengesi, halası, teyzesiyiz. Birini tanıştırırken ya da birinden bahsederken ayrıntılı bilgi veririz; ablamın kocası, amcamın oğlunun baldızı, babamın eniştesinin kızının torunu gibi. Herkes yerini, nerede olduğunu çok iyi bilir. Biraz mürekkep yalamış, batı kültürüyle tanışmış olanlar kişinin ismini, mesleğini de ekler. Son yıllarda “kuzen” gibi toptancı yaklaşımlar olsa da ayrıntılı konum bilgisi her zaman, her yerde önemlidir. Ne var yani, diyebilirsiniz, ama nelere yol açar, düşünmekte fayda var.
Geleneğe bağlı bir zihinsel yapının ip uçlarını taşıyan bu konumlandırma meselesi, öncelikle ben’i yok eder. Kişi, akrabalık ağlarının, cemaat ilişkilerinin içine hapsedilir. Ortada sosyal bir devlet olmadığı için okul, iş, eş seçerken bu ağlar devreye girer. Böyle bir ortamda da hiçbir cemaate ait olmamayı tercih edenler kendilerini yalnız hisseder.
15 Temmuz sonrası -HDP’yi dışlayarak- geçici bir uzlaşmanın sağlandığı söylense de cemaat ve cemiyet meselesi üzerinde ayrıca durmak lazım; çünkü dini cemaatler sıraya girmiş, ellerini ovuşturuyor. “Hainler mezarlığı” fikrini savunanlarla, “dostlarınızı ihbar edin” emrini verenlerle, Kur’an’a el basıp soruları çalanlarla, hocasının kestiği tırnağı muska yapıp boynuna asanlarla cemiyet olmaya direnen bir toplumda yaşıyoruz.
Aslı’nın arkadaşları bir cemaat değil; Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay’ın yalnız olmadığını göstermek için özgürlük nöbetleri tutuyor, yazılar yazıyorlar. Düşünceleri nedeniyle tutuklananların derhal serbest bırakılmasını istiyorlar. Aslı Erdoğan’la Necmiye Alpay dışarıda olsaydı, kapatılan Özgür Gündem Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Zana Kaya ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü İnan Kızılkaya ile -sayıları her geçen gün artan- diğer muhalif gazete ve televizyonların çalışanlarının, muhabirlerinin isimlerini unutmamamızı isterlerdi.
Aslı, 2008’deki bir röportajında hapishanedekileri “Unutmak, unutulmak için kapatılan insanlar topluluğu” diye tanımlamıştı. “Hani, toplumun gözünden uzak olsun ‘zararlı unsurlar’.” Son yazısında ise “Türkiye karanlık bir süreçten geçiyor, başımıza örülmüş, örülecek çoraplar konusunda birbirimize karşı sorumluyuz.” demişti. Haklıydı. Kendine benzemeyene tahammül edemeyenlerin oluşturduğu bir linç ortamında yaşadığımızı, yaşı büyütülüp asılan çocukları, gözaltında kaybolanları, işkencelerde öldürülenleri, bodrumlarda yakılanları bildiğimiz halde ne yapacağımızı ve ne yapmamız gerektiğini düşünemez durumdayız. Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay yazıyordu; hem de hiç bıkmadan, usanmadan, görmezden gelenlere inat, engelleme gayretlerine aldırmadan duygularını, düşüncelerini kaleme alıyorlardı. Ötekileri, başkalarını, acıyı, zulmü, işkenceyi, Cizre’yi anlatıyorlardı.
Türkiye Suriye olacak mı, derken oldu bile. Bazı bölgelerde rutin hayat devam ederken canlı bombalar patlıyor. Ölüyoruz. Sorgusuz, sualsiz gözaltına alınan/tutuklanan binlerce insandan haber alınamıyor. Umutları, hayatları altüst edilen yüz binlerce, milyonlarca insan var.
15 temmuz kanlı darbe girişiminin ardından korkunç bir cadı avı başlatıldı. Önce muhalifleri, Kürtleri susturmaya hatta yok etmeye yönelik bu sürek avının giderek pervasızlaşan, hak hukuk tanımayan rüzgarı Aslı Erdoğan’ı, birkaç gün sonra da Necmiye Alpay’ı ve 100’den fazla gazeteciyi aramızdan çekip alarak dört duvar arasına hapsetti. Binlerce akademisyen, öğretmen, kamu çalışanı işten atıldı. Yarına dair kimsenin güvencesi yok.
Televizyonlarda ise cinlerle hipnotize edilen pilotlardan, deprem yapmaya muktedir hocalardan bahsediliyor. Savaş haberlerinin ardından, itirafçıların anlattığı “hikaye”leri dinlerken, biri penceremi tıklattı. Baba dayağından kaçan oğlanın eve dönme duası varmış. Davet ediyorlar. Gülsem mi, ağlasam mı bilemedim.
Yıllar evvel köyde yaşamaya başlayınca ilk sorunum kapı zili olmuştu. Akrabalarım, komşularım kesinlikle kapı zilini çalmıyor, pencereyi tıklatıyorlardı. Pencerenin önündeki masada çalıştığım için her seferinde irkiliyor, “zili çalsanıza” diye sitem ediyordum. “Eller gibi zil mi çalınır, pencere vurulunca tanış biri geldi, dersin” demelerini mecburen kabullendim, ama onlar beni kabullenmedi. Israrla kendilerine benzetmeye çalışıyorlar. Ya onlar gibi olacaksın, ya da olmayacaksın.
Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay’la dilimiz ortak, aynı kaygıları taşıyor, benzer acılar yüzünden gözyaşı döküyoruz. Aslı’nın 15 Temmuz 2016 tarihli yazısı “Burası, hayatın son anlarından, son seslenişlerinden ve çığlıklarından dokunmuş suskunluğumuz, ölülerle paylaştığımız ıssız çölümüz…” diye biter. Hiçbir cemaate ait olmayanlar bu ıssız çölün vahaları galiba.
Aslı, Kabuk Adam sayesinde kendi kabuğunu kırıp özgürlüğe uçmasının hikayesini anlatırken bir gün Kabuk Kadın olacağının farkında mıydı, bilmiyorum. “Kuytu köşelerde yetişen mantarlar gibi bir araya toplanmış da olsak, aslında hepimiz kendine özgü, yalnız insanlar”ız(Kabuk Adam. s.164).
Aslı Erdoğan, benim için artık Kabuk Kadın “yalnızlığın bir yumruk gibi boğazıma çöktü”ğü anlarda çekmecemden onun bir kitabını alıp okumaya başlıyorum. İyi geliyor. Siz de öyle yapın.
Asuman Bayrak

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Diyarbakır değil Amed

Önce dilimizi değiştirmeliyiz. Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaşayanlar, yaşadıkları topraklara Kürdistan diyor. ‘Bölge’ye Kürdistan diyemeyen, temel meseleyi anlayamaz, savaşı bitiremez, sorunu çözemez. Kürtlerin gözünde biz/batıda yaşayanlar ise ‘yabancı’yız. 31 Aralık günü Amed belediyesinin önündeki meydanda toplanan kalabalık, Bodrum’dan yola çıkan ‘Barışa yürüyorum’ ekibinin öne geçmesi için ‘yabancılara yol açın’ dedi. Alkış, ıslık, slogan, zılgıt gırla gidiyordu. O gürültünün arasında duydum: Yabancılara yol açın.
İnsanın gerçekle yüz yüze geldiği anlar olur; bir kelime, bir ses, ya da bir koku çarpar. Donup kalırsınız. Belediyenin önünde ‘Yabancılara yol açın’ cümlesi ve Sur sokaklarına sinmiş biber gazı kokusu her şeyi anlatıyordu. ‘Duygusal kopuş yaşayacağız’, ‘siyasi kopuş yakında’ tespitleri havada kalıyor. Gerçek, Amed’de insanın yüzüne çarpıyor.
Aralığın son haftasında -facebook’ta- ‘Barışa Yürüyorum’ ekibinin çağrısını görmüş, Kürt halkının Batı’da yaşayanlara ‘bizi asıl sizin sessizliğiniz öldürüyor’ demesi üzerine Bodrum’dan yola çıkan, kadınların ağırlıkta olduğu gruba Ankara’da katılmıştım. Adana, Urfa üzerinden Amed’e ulaştık.
Yılbaşı gecesi Sur’daki nöbet noktalarından birindeydim. Sur’da sokağa çıkma yasağının olmadığı mahallelerde 24 saat nöbet tutulan yerler var. Hep aynı yer değil, duruma göre değişiyor; zaten bir yerleşiklik hissedilmiyor. Kapalı mekanın ortasında derme çatma bir soba, etrafta kırık dökük sandalyeler, koltuklar, duvarlarda sevilen Kürt sanatçılarının portreleri -çoğu karakalem çizim-. Sigara içenler için, yarı kapalı bir alanda da soba kurulmuş, sandalyeler dizilmiş. Orada gençler çoğunlukta. Hepsinin gözleri çakmak çakmak. Omuzlarını geriye atmış dimdik oturuyor, ya da ayakta dikiliyorlar. Ne istediklerini biliyorlar. Kendilerine güvenleri tam.
Sohbet ediyoruz. En çok duyduğumuz kelime ‘kıymetli’. ‘Sizin gelişiniz bizim için çok kıymetli’ diyorlar. Misafirlerini rahat ettirmek için uğraşıyorlar. Üşüdünüz mü? Aç mısınız? Sonra uzun uzun öz yönetim anlatılıyor. Sürekli birileri gelip gidiyor. İçlerinden biri dikkatimi çekiyor. Uzun boylu, zayıf bir delikanlı. Aslında daha çocuk, bıyıkları yeni terlemiş. Diğerleri hafifçe geri çekiliyor. O da sobayı kontrol ediyor. Alevler sönmek üzere. Sıcak sobanın kapağını eliyle tutup kaldırıyor ve bir kaç odun atıyor. Kürdistan’da gençler korkmadan, çekinmeden ellerini ateşe sokuyor. Acıyı hissetmiyorlar artık.
Saatler gece yarısına yaklaşırken silah sesleri başlıyor. Bana ‘korkma’ diyorlar, ‘biz her gece bunları yaşıyoruz.’ Genç bir kadın ‘bi kere benim başımın üstünden roket geçmişti, korkmadım’ diye gururla anlatıyor. Her bir sesin ne tür silahtan çıktığını öğreniyorum. Top sesleri arasında çekirdek çitleyerek vakit geçirirken, yılbaşı gecesinin uzun süredir en sakin gece olduğu söyleniyor. Mahalleye sabah akşam biber gazı sıkılması yüzünden, insanın genzini yakan bir koku yerleşmiş.
Orta yaşlı bir kadınla çocuklar/gençler hakkında konuşmaya çalışıyorum. ‘Taş atan çocuklar, fırtına gençliği oldu, diyorlar ya, bugün bu zulmü yaşayan, silah seslerinden uyuyamayan çocuklar daha acımasız olacak’ diyor. İki sokak ötemizde iki gencin cenazesi günlerdir bir okulun bahçesinde bekletildiği için suratlar asık. ‘Ne müslümanlığa, ne insanlığa sığmaz bu’ diyerek ne yapılabileceği konuşuluyor.
Avrupa’da dillerini bilmediğim grupların arasındayken, onların kendi aralarında kendi dillerinde konuşmalarını dinlerdim; çünkü sormazsanız ne konuştuklarını söylemezler. Amed’de ise Kürtçe bilmeyenlerin yanında Kürtçe konuşulduğu zaman hemen dönüp çeviri yapıyorlar. Belki ‘sakın yanlış anlama’ diye, belki de ‘konuşmaya sen de katılabilirsin’ diye ve her halükarda dışlayıcı olmayan, yanlarına/içlerine çağıran bir hava hakim. Polis tomayla, biber gazıyla saldırınca önce dışarıdan gelenler korunup kollanıyor, yardım ediliyor.
Kürdistan’da sadece yerel medya var. Ulusal medyada gördüklerimiz polis kaydı. Bazen bir iki muhabir, polis arabasıyla gelip çekim yapıp gidiyormuş. Batıda yaşayanlara söylemek istedikleri ilk şey: ‘Ana akım medyaya, havuz medyasına inanmayın, bizim kendi medyamız var. Kaynak Kürt medyası mı, değil mi ona bakın.’ Ve öz yönetim konusunu anlamamızı istiyorlar. Bu konuda çok kararlılar.
Amed’de polisler de başka, Batı’da görmeye alışık olduğumuz türden değil, üstelik konuşmaları da aksanlı. Işid’li oldukları söylendi. Kendi aralarında Arapça konuşuyorlar. Uzun sakallı, çoğu kar maskeli, sadece gözleri görünüyor ve insana yiyecekmiş gibi bakıyorlar, ya da böcek gibi… Elleri tetikte ve silahı karşısındakine doğrultmuş vaziyette birbirlerinden ayrılmadan hareket etmeleri onların da korktuğunu gösteriyor. Valinin emrini dinlemeyen, kendi başına buyruk bir ekip. Kürdistan’daki herkes özel ekibin saraydan emir aldığından emin. Kürdistan’daki şehirler tankla, topla kuşatılmış durumda.
Sokaklarda özel timler dolaşıyor, özellikle çocukları ve kadınları hedef alarak öldürüyor. Açıkça cinayet işleniyor. Morglarda, buz dolaplarında bekletilen ölülerin ne zaman gömüleceği meçhul. Ölenlerin bir kısmı sokaklarda çürümeye terk edilmiş durumda; kimsenin yaklaşmasına izin verilmiyor.
Cizre’de, Silopi’de, Sur’da yıkıntılar arasında, buz gibi soğukta elektriksiz, yiyeceksiz yaşamaya çalışan, beyaz bayraklarla hastaneye gitmeye çabalayan, evini terk etmek zorunda kalan insanlarla doğrudan temas imkânları ise giderek ortadan kaldırılıyor. Kürdistan’da yaşananlar görülmüyor, duyulmuyor. Barikatların arkasındaki gençlere ise kimse söz geçiremiyor.
Silah lobileri, savaş tüccarları çatışmaları körükleye dursun, yaşadığımız insanî felaket, yaratılan vicdanî tahribat kalıcı hasarlar bırakacak. Haberiniz olsun…

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

GERÇEK BÜKÜCÜLER

Element bükmek o elementi kontrol altına alıp istenildiği gibi hareket ettirmek demektir. Bu elementler genelde su, toprak, ateş ve havadır. Masallarda, filmlerde heyecanla seyrederiz, dinleriz. Bir de gerçek hayat vardır, o hayatın içinde de gerçek bükücüler. Hayatımızı zindana çevirirler.
10 Ekim 2015 cumartesi günü, barış isteyenlerin arasında patlatılan bombalar ve 100’den fazla ölümle sonuçlanan katliam savaş karşıtlarını yasa boğdu. Kahrolduk. Yaşamaktan utanıp yine ‘sözün bittiği yer’ dedik. Uludere, Soma, Reyhanlı, Diyarbakır, Suruç’tan sonra Ankara. Seri katillerle karşı karşıyayız. Üç günlük yasın bittiği son gün Konya’daki milli maç sırasında, ölenler için bir dakikalık saygı duruşu ıslıklarla, tekbirlerle protesto edildi. Yasın kapsamı salt Ankara katliamında ölenler değildi, buna rağmen ortak yas tutamadığımızı ‘bir güzel’ anladık.
Konuyla ilgili yüzlerce yazı yazılıyor, herkes yaşadıklarını, düşüncelerini paylaşıyor. Görüntüleri, yazıları ağlamadan okuyamıyor, bakamıyorum. Kendi kendime en fazla tekrar ettiğim cümle :’Biz ne zaman bu kadar kötü olduk.’ Kara kara düşünürken fark ettim ki gerçek bükücüler yüzünden bu durumdayız.
Hayatta olup biten elle tutulup gözle görülebilen, varlığı hiçbir şekilde yadsınamayan durum, nesne ya da hallere gerçek deriz. Göreli gerçekliklerden bahsedilse de tartışmasız durumlar vardır. Mesela bir intihar bombacısı Suruç’ta kendini patlatıp onlarca barışsever gencecik insanı öldürüyorsa, biz onun ismini ‘yakaladık’ diye veremeyiz. Başbakan Davutoğlu böyle dedi. Murat Sancak’a saldıranlar yakalandı dedi. Emniyet yalanladı. Patlamadan sonra gelen polisin yaralıların üstüne gaz sıktığını, hastane bahçesinde sağlık görevlilerinin kan anonsu yaptığını görüyoruz, ama devlet fütursuzca ‘yok öyle bir şey’ diyor, yalan söylüyor. Öldürdüğü insanı panzerin arkasına bağlayarak sokaklarda gezdiren polisler hakkında soruşturma açıldı diyorlar, ama soruşturmanın ‘video çekmek’ hakkında olduğunu öğreniyoruz. Başbakanın ve bakanlarının yalanlarını listelemeye kalkmayacağım. Utanmadan gülenlerden, ölümlere sevinenlerden söz etmeyeceğim. Adli tıpta cesetler arasında yakınını bulmaya çalışanların yaşadıklarından, olaydan iki gün sonra temizlik işçilerinin bulduğu insan parçalarından meseleyi ne kadar ciddi ele aldıkları, kriz masasının nasıl çalıştığı üzerinde de durmayacağım. Gerçek bükücülüğüne dikkat çekmek istiyorum. Çünkü katliamı anmak, protesto yürüyüşü yapmak, haber yapmak yasak.
Gerçek bükücüler iş başında. Element bükmek için o elementin özellikleri kişide bulunmalıdır. Mesela su bükmek nedir, belki bilirsiniz. Su, değişkenlik elementidir. Su bükücülerin tekniği Tai Chi sitiline göredir. İlk su bükücü Ay’dır. Su bükücüler güçlerini Ay’dan alırlar (dünyamızın uydusu ay). Kendilerinden emin ve iyi insanlardır. İyileştirme güçleri vardır. Gerçek bükücülerin tersi gibidir.
Toprak bükmek ise ayrı bir alem. Toprak, dayanıklılık elementidir. Toprak bükücülerin tekniği Hung Gar ve Kung Fu tekniklerine dayanır. İlk toprak bükücüler köstebeklerdir. Toprak bükücüler toprağa bodoslama dalarak toprak bükerler. Genelde katı ve inatçı kişilerdir. Toprak bükücüler kum ve metal de bükebilirler.
Ateş bükmeğe gelirsek; ateş, güç elementidir. Ateş bükücüler güçlerini Güneş’ten alırlar. Ateş bükebilmek için Kuzey Shaolin Kung Fu ve Güney Seven Star Praying Mantis tekniklerini bilmek lazım. Ateş bükücüler güçlerini nefret ve öfkeden alırlar. İleri teknikte ateş bükmeye yıldırım bükmek denir. Yıldırım bir elden diğerine geçer. İlk ateş bükücüler ejderhalardır.
Hava bükmek ayrı bir hüner ister. Hava Bükebilmek için Hsing Yi ve Ba Gua tekniklerini bilmek gerekir derler. Hava özgürlüktür. Hava bükücüler çevik insanlardır. Bazı hava bükücüler isterlerse bir köyü uçurabilecek kadar şiddetli fırtına kopartabilir. Dengeli ve esnektirler. İlk Hava bükücüler uçan bizonlardır.
Gerçeği bükmek için de yalancı olmak lazım. Gerçek bükücülerin merkezi vardır. Yetki ve güç sahibi belli bir merkez olmadan harekete geçemezler. Bolca komplo teorisi üretirler, herkesi dışlar sonra asıl hedefe kilitlenerek hareket ederler. Sık sık tekrar etmek, aynı cümleleri kurmak işlerine gelir. Pişkin ve utanmazca davranır, ilgili ilgisiz her konuda esas hedefe hizmet edecek yorumlar yapar, bükmek istediği gerçeği ters yüz etmek amacıyla planlı davranırlar. Boşluk bırakmaz, arsızca, hayasızca ve sürekli saldırırlar. Onlar için her yol mübahtır.
Barış yazan pankartlarla ölü taşınan bir ülkede yaşıyoruz ve katliamı protesto edenlere değil izin vermek, coplanıyor, gaz sıkılıyor ve gözaltına alınıyor.
Ana akım medya -yandaş ya da değil- katliamın yaşandığı andan beri bütün suçu HDP ve Demirtaş’a yıkma çabasında. Yandaş medya bunu açıkça yapıyor, diğerleri de aynı değirmene su taşıyor. Aklı başında tek lider Demirtaş’ın açıklamalarına yer verilmiyor. Kesilip biçilerek verilen iki saniyelik görüntüler, sözcükler manipulasyon için kullanılıyor. Katliam haberleriyle birlikte PKK’nın saldırganlığını vurgulayan cümleler kuruluyor. Sokağa çıkmanın yasak olduğu yerler, oralarda yaşananlar, ölen çocuklar ise yok sayılıyor.
Anadolu’da çoğu evde hep aynı kanallar izlenir, özellikle de TRT. Zaten bütün kanalları izleme olanağı da yok. Bütün gün açık olan o televizyonlar insanları aynı şeye inandırıyor. Fazla düşünmeyen, düşünceden korkan insanlar barış mitinginde bombaları kürtlerin patlattığına inanıyor. Gerçek bükücülüğünün farkında değil. Yastayız, isyandayız… tamam da, bu cehennemden nasıl çıkarız bilmiyorum. Katliamdan iki gün sonra twitirda TT Güneşin Kızları’ndaydı, sonra San Marino…
Katliamdan dört gün sonra cumhurbaşkanı Erdoğan yanında Finlandiyalı mevkidaşı ile birlikte olay yerine karanfil bıraktı -galiba Finlandiya cumhurbaşkanı istediği için-, ölü sayısı hala kesin değil -Başbakanlık 99 diyor, TTB 106- intihar bombacılarının isimlerinin MİT’in elindeki bir listede olduğu, bilindiği anlaşıldı. İŞİD bağlantısının kesinleşmesine rağmen her cümleye PKK, Demirtaş diye başlanıyor, katliam haberlerine yayın yasağı getiriliyor. Memleketimizde herhangi bir olayda kamuya uzanan bağlantılar varsa yayın yasağı konur. Katliamın sorumluları belli olmuştur.
Gerçek bükücüler işlerine devam ediyor. Umarım son güçlerini harcıyorlardır. Yoksa başımız belada…

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Büyübozumu

Taksim Gezi direnişinin ilk günlerinde ya da şimdisinde, önünde ardında, ontolojisinde veya epistomolojisinde gerontokrasinin sonu yatıyor. Yaşlıların yönetime/yasalara/hakka hukuka egemen olması (gerontokrasi) bitti, yukarıdan kurulan dilin sonu geldi, ama yaşlılar/yöneticiler/köşe kadıları bunun farkında bile değil. Gezi nedir, ne değildir, neleri kapsar, içerir, neyi değiştirdi, dönüştürdü, etki alanları vs.yi konuşup yazmayı sürdürüyorlar. En çok da ‘bundan sonra ne olacak’ sorusu soruluyor. Eyvallah da…
Gezi direnişi/isyanı üzerine yazan/çizen/konuşan herkesin “Kes sesini Tayyip” sloganının ne anlama geldiğini oturup bir düşünmesinde yarar var, derim. Tayyip Erdoğan’ın kişiliğinde somutlaşan iktidar/yönetici/yaşlılar susmayı ve dinlemeyi öğrenmediği sürece bir adım atamayacağız. Üstelik, teorinin yetersiz kaldığı, pratiğin öne geçtiği bir süreç yaşıyoruz.
Gezi isyanı başlayınca, yaşlıların artık susması gerektiğini öğrendiğimden yazmaya niyetim yoktu, ancak hariçten gazel okuyan/dışarıdan gezi yazılarının bitmek bilmemesi birkaç satır karalamamı zorunlu hale getirdi. Gençlerden özür diliyorum.
Hayat, doğal olanın kültüre, kültürün iktidara dönüşümüyle sürüp gider. Durup şöyle bir düşününce veya sıra dışı olaylarla karşılaşınca kafamız karışır, elimiz ayağımıza dolaşır, neler olup bittiğini kavramakta zorlanırız. Büyü bozulur. ‘Normal’in dışına çıktığımız an devrim başlar. Devrim ‘sanki’ değil gerçekten göz kırpar. Gezi isyanı/direnişi de bütün kişi, kurum, kuruluş ve toplulukların hayatını değiştirdi, değiştirmeye de devam edecek.
Bence, Taksim Gezi parkını 2 haziran pazar sabahı görmek gerekiyordu. Özgürlüğü hissedebilmek için. Yalın, saf, dupduru bir hürriyeti yaşamak için. Hayatımızın, nefes alıp verdiğimiz her yerin nasıl bir hapishaneye döndüğünü fark edebilmek için. Sonra biber gazı solumak, gaz nedeniyle gözyaşı dökmek de algımızın değişip dönüşmesine yardım edebilirdi. Hadi olmadı, diyelim. İmkanlarınız elvermedi. Sabah serininde yaşadıklarına kendi de inanamayanlara taze börekler, çörekler ikram eden, su dağıtan kimseyi göremedin. Parayı ortadan kaldıran, paylaşmayı esas alan kendiliğinden örgütlenmeye tanık olmadın. Bari bi dinleyin. Anlatılanlara kulak verin. Duvar yazılarını okuyun.
Geçmişte kullanılan dil ve akıl yürütmeyle olayları kavramamız, artık imkansız. Kollektif eylemlilik sürecinde tüm ilişkilerin kırılıp yeniden yapılandığı, herkesin herkese farklı bakmaya başladığı bir anın içinde, kimilerinin deyimiyle ‘insanlar level atladı’. Tayyip Erdoğan’ın, AKM’nin cephesine bayrak ve Atatürk resmi astırtınca gizlisi kapaklısı kalmayan yenikemalist/devletçi haline kıs kıs gülen gençler, Vendetta maskeleriyle karşımıza dikilerek bütün maskeleri alaşağı ettiler.
Şimdi herkes biraz kendine ve yakın çevresine bakmalı.
Benim gördüğüm ve kavrayabildiğim kadarıyla, Taksim Gezi Parkı günün her saati başka bir kılığa giriyor, kimliği kişiliği her geçen gün değişip dönüşüyor, farklılaşıyordu. Mesela ilk gün sabah saatlerinde bir tane bile seyyar satıcı yoktu, sonra bir ara bizim köyün panayır yerine dönüştü. Gece kalanlar, yemek saatlerinde uğrayanlar, gezmeye gelenler, ya da birilerine mihmandarlık yapanlar oldu. Kimi dolma tenceresini, kimi kitaplarını kapıp gelmişti. Gitarı sazıyla, fırçası boyasıyla herkes bildiği işi yaptı veya bir işin ucundan tuttu. Barikatlar kurulurken inşa edilen ruh bütün kentlere yayıldı. Şu günlerde Hatay Armutlu haberlerini dinliyoruz. Yüreğimiz ağzımızda Dikmen ya da Adana’dan atılan twitleri takip ediyoruz. Tayyip Erdoğan ‘bir ölü, iki ölü, üç ölü’ diyor ya, hem de utanmadan ‘polise şiddet uygularken öldüler’ diye ekliyor ya, hem de iftar sofrasında. Boğazıma sanki bir yumru tıkanıyor. Nefes alamıyorum.
Milyonlarca insanın tanıklık ettiği, sayısız kamera ile izlenen, binlerce twittle anlatılan olaylar hiçbir ahlaki kaygı taşınmadan çarpıtılıp ısrarlı bir karalama kampanyası yürütüldü/yürütülüyor. Üstelik çirkeflikte sınır tanımıyorlar. Yalan ve iftiranın bini bir para. AKP medyasının Akit’leşmesi, AKP’lilerin Melih Gökçek’leşmesi sona erecek gibi değil. Komplo teorileri havada uçuşuyor. Polisin ‘kahramanlık destanı’ da bitmedi.
Hastanelerde hala ölüm kalım savaşı verenler var. Katiller serbest. Her sokaktan bir palalı, ya da sopalı çıkabilir. Gözaltı ve tutuklama furyası sürüyor. Benim sözüm ise bütün bunlara değindiği halde olup biteni tam kavramayan, kendilerini her şeyden vareste tutan, kişisel alanlarını korumakta ısrar edenlere. Devrim ‘yapma’ya takılıp kalan, devrim ‘olma’yı asla beceremeyenlere.
Yaşanan olaylara dair her kavramsallaştırma, tanımlama belli bir zaman ve yere içkindir. Bulunduğu yerden konuşan/yazan insanlar bunun farkında olduğu sürece mesele yok, ancak fiyakalı Tayyip Erdoğan’ın ‘her şeyi ben bilirim’ciliği ne kadar yaygınmış.
Akademisyen sterilizminin üstüne bir miktar apolitik sosu bulanıp gezi direnişçilerinin üzerine boca edilmesine sadece gülebilirim. Hele orta sınıf mı, üst orta sınıf mı, dikotomi oradan mı geçer buradan mı tartışmaları evlere şenlik. Güvencesiz üniversiteliler, komik çocuklar konseptiyle ele alınıp yüzlerce yazı yazıldı/yazılıyor. Karl Marks’tan, Walter Benjamin’den alıntılarla, Tahrir, Wall Street benzetmelerinden medet umuluyor.
Gezi’de neler oldu/yaşandı ve şimdi ne olacak yazıları bitecek gibi değil. ‘Dövüş Kulübü’ kahramanlarına atıfta bulunmak, direnenlere ‘kalifiye unsurlar’ demek, örgütsüzler/bilinçsizler vahlamasıyla yazıklanmak, yanı sıra akıl vermek, bilgi ölçer süzgeçlere başvurmak, yaşananların dışından ahkam kesmek alıp başını gitti. Hemen hemen bütün dergiler Taksim/Gezi/Direniş/İsyan kapakları yaptı. Biri bile ‘buyrun gençler, bu sayımız sizin’ demedi. Eh bir iki röportaj, ya da içeriden yazı almaya özen gösterdiler tabii, ancak tahtını terk eden, formatını değiştiren yok. Kimse aynanın karşısına geçmiyor, kendine bakmıyor, rahatını kaçıracak tek cümle sarf etmiyor. Konforları bozulacak diye ödleri kopuyor.
Olayların ilk günlerinde Gezi’de gençler ‘beyaz saçlı birileri televizyonlara çıkmış, hım, hım yine bi şeyler anlatıyormuş’ diye gülerken, o abiler, ablalar bir kere bile gaz yemeden, direniş ruhunu tahlil edip akıl fikir dağıtmaya soyunmuşlardı. Bir kısmı twitter dünyasına adım attı, ancak orada da yol, yöntem öğretmeye devam ediyor.
Bir arkadaşım ‘susmak imkansız’ demişti. Haklı olabilir. Doğrudur; ama bir şey yazacak/söyleyeceksek bari gençlerden ilham alsak. Kolları sıvayıp ‘cevher’ işlemeye girişmesek. Dönüp kendimize baksak. İçimizdeki ‘Tayyip’i açığa çıkarsak. Hiç olmazsa bir anlam ifade eder. Birkaç adım atmış oluruz. Ama nerede? Hep öğreten, öğrenmeyi kendine yediremeyen bir milletiz vesselam.
Çapulculara, başıbozuklara, marjinallere güveniyorum. Eninde sonunda onlar galip gelecek. Bu arada içimdeki devrim ateşini alevlendirdiler ya… Yaşama gücü verdiler. Daha ne olsun? Ne kadar teşekkür etsem az.

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Geçmiş meğer bugünmüş…

Taraf gazetesi Kitap eki – 8 Mart 2013
Nuray Tekin
Habil ile Kabil hikâyesini ya da meselini hemen hemen herkes bilir. Kaynağı Sümer mitolojisine dek uzanan bu öykünün kutsal kitaplar da dahil tüm kaynaklardaki ortak yorumu ise olayın insanlık tarihindeki ilk cinayet, Kabil’in de ilk katil olduğudur. Farklı kaynaklarda cinayetin nedenine ilişkin farklı yorumlar (Kabil’in Tanrı’ya sunduğu kurbanın kabul edilmemesi; Kabil’in daha güzel olan kendi ikiz kız kardeşi ile değil, Habil’in ikizi ile evlendirilmek istenmesi) bulunsa da tümünde kıskançlık ve kibirden bahsedilir.
İlk romanı Kayıp Taşlar’da bu hikâyeyi farklı bakış açısıyla ele alan Asuman Bayrak’ın meselesi, bilinen eski bir hikâyeyi hayal gücüyle zenginleştirip yeniden anlatmak değil. Bu nedenle, romanın ana çatısını oluşturan hikâye ile ilgili fazla söze gerek yok. Zaten roman, yazarın ilk sayfada da belirttiği gibi “Habil ile Kabil’in kız kardeşleri Aklima ile Lebuda’nın hikâyesi”.
Romanın başındaki bu cümle, yazarın temel sorunu, dolayısıyla da romanın nasıl okunması gerektiği hakkında okura ilk ipucunu sunuyor.
Asuman Bayrak, bence zor bir işe soyunmuş. Hem de ilk romanıyla. Katilin herkes tarafından bilindiği bir cinayeti anlatmış her şeyden önce. Bu, aslında herhangi bir yazının okunmasını sağlayan en temel dürtülerden biri olan merak unsurunu elinin tersiyle itivermek anlamını taşırken, aynı zamanda rivayetlerde adı geçmeyen kız kardeşleri hatırlatarak “Bildiğiniz bir hikâyeyi hiç bilmediğiniz anlamlarıyla anlatacağım” tezini de içerdiği için, yazarın bir dezavantajı avantaja dönüştürmeyi başardığını göstermekte.
Roman üç bölümden oluşuyor. “Aklima” adını taşıyan ilk bölüm, Ali Şeriati’nin Dostoyevski’den yaptığı bir alıntı ile başlıyor: “Bir yerde bir adam öldürülmüşse suça katılmayanların da ellerine kan bulaşmıştır”.
Bu sözle ifade edilen düşünce, yazarın izleklerinden birini ortaya koyarak, tıpkı romanın girişinde, hikâyenin sözü edilmeyen kahramanlarına işaret eden söz gibi, okura ikinci ipucunu veriyor.
Şiirsel, akıcı ve özenli bir dil
Romanda tek bir izlek değil, birçok izlek var; anlamsal olarak çok katmanlı, anlatım açısından ve yapısal olarak da çoksesli. Tek bir olay ya da hikâye (Kabil’in Habil’i öldürmesi), üç bölümde ifade edilen üç farklı bakış açısından anlatılmış. Birinci bölümde, olanlar Aklima’nın bakış açısından anlatılıyor. İkinci bölümde, nesnel bir dille, bir anlatıcının bakış açısından yedi güne bölünmüş olarak; üçüncü bölümde ise kız kardeşlerden küçüğü Lebuda’nın bakış açısından ve “olay”ın tüm kahramanları (Adem ile Havva, Aklima, Kabil ile Habil ve kendisi) ile ilgili düşünceleri üzerinden anlatılmış. Bu yapısı ile ortada yer alan ve belki de nesnelliği temsil eden ikinci bölüm, iki kadının anlatımları ile sarmalanmış. Romanın dili yalın, yer yer şiirsel ve akıcı. Arka planda özenli bir araştırmanın yattığını da hissettiriyor. Bir anlatıcının anlattığı ikinci bölüm, Mevlana’nın “Senin gönlünde bir şey parlıyor; ona bak! Yoksa hikâye dinlemekle esrar düğümü çözülemez” cümlesiyle başlıyor. Üçüncü bölüm Lebuda’nın dilinden “Hakikate elbise giydirilirken oradaydım” sözüyle başlıyor. O da tıpkı ablası Aklima gibi, tek derdinin hakikat olduğunu , “hakikatin üstünü el birliğiyle örttüklerini” ve “hakikati giydirip serbest bıraktıklarını” söylüyor.
Peki, üstü örtülen, giydirilip serbest bırakılan “hakikat” nedir? Yazar, bu arayışı “başlangıç”a, “ilk”e giderek yapmaya çalışmış. Onu bu arayışa itense, insanlığın geldiği nokta, “vicdan”ın yok olduğu bir çağdan duyulan rahatsızlık. Yazarın da söylediği gibi “süreç öyle uzun ve o denli karmaşık” ki pek çok şeyin sorgulanmasını gerektiriyor. İnsan, Anne, Baba, Aile, Kadın, Erkek, Aşk, Çocuk, Doğa, Tanrı, İnanç, Suç, Ceza, Vicdan, Adalet, Özgürlük… Devam edelim İyilik, Kötülük, Şiddet… Baş harfleri büyük yazmamın nedeni, bu kavramların insanlık için temel olduğunu düşünmem.
İnsanlık, tarihin bir noktasında “hata” yaptı ya da “günah” işledi ve bundan sonra “hiçbir şey eskisi gibi olmadı”. Belki de tarih dediğimiz şey, aslında bir hatalar zincirinden başka bir şey değil. İnsanlığın geldiği nokta, bunun kanıtı.
Asuman Bayrak da işte bu “hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağı” noktaya doğru yola çıkmış, anlatısında da küçük bir insanlık tarihi yazmış aslında. Kayıp Taşlar’da yukarıdaki birçok kavramı, bir roman kurgusu içinde masaya yatırmış.
Mitoloji, meseller, dini hikâyeler, efsaneler, hatta masallar, insanlığın ortak bilinçaltına, Jung’un “kolektif bilinçdışı” olarak adlandırdığı olguya işaret eder, ondan öğeler içerir. Jung’un kuramının temel öğelerinden biri de arketip (ilkörnek) kavramıdır. Anne arketipi, belki de en belirleyici arketiplerden. İnsanlık nerede hata yaptı diye düşünürken Jung’un terimlerini kullanırsak, “persona”larımızı giyinirken “gölge”lerimiz(e) ne oldu? Ya da toplumsal “Kadın” ve “Erkek” kişiliklerimizi bürünürken, tıpkı kendi ikizini isteyen Kabil ile Aklima gibi diğer yarımızı arayan Anima ve Animus ne olmuştur? Başlangıçta İyilik de Kötülük de, Savaş da Barış da yoktu. Çünkü her şey zıddıyla var olur. İlk günah olarak anlatılagelen Adem ile Havva’nın iyiliğin de kötülüğün de bilgisini taşıyan ağacın yasak meyvelerinden yemeleri ve Cennet’ten kovulmaları ne anlama gelmektedir?
Tasavvufa göndermeler de var
Bazen toplumsallaşma sandığımız şey, insanın belki de zorunlu olarak (belki, çünkü başka türlü de olabilirdi) yarattığı “bir arada yaşama” olgusunun yüzyıllar içinde giderek karmaşıklaşması sonucu “asıl gerçek”in giderek dolayımlanması ve yanılsama bulutlarıyla sarmalanması değil de nedir? İnsanlığın gelişimi boyunca aramıza hep bir şeyler yığılmış yığılmış… Ve giderek kalınlaşmış bu katman. Biz kendi gerçeğimize de o “yığıntı”nın arkasından bakıyoruz aslında. İşte bunun için, belki de kalın çizgilerle bakmak gerekir hayata, olup bitene. Bunun yollarından biri şeylerin ilk’ine doğru gitmektir, bu bizi kendi dolaysız varoluşumuza ve temel kavramların henüz “kir”le kaplanmamış hallerine ulaştırır.
Asuman Bayrak’ın Kayıp Taşlar’ı, çok katmanlı niteliğiyle sadece yukarıda sözünü ettiğimiz temel kavramları değil, dilin ve yazının ortaya çıkışı gibi insanlık tarihinin dönüm noktalarını; ilk oyunlar, ilk masal, dövme, cenaze, sünnet vb günlük yaşama ilişkin birçok olguyu da bu katmanlar arasına gizlemiş.
Kayıp taşlar, bir anlamda da, Lebuda’nın bir zamanlar yazılarını (şiirlerini) yazdığı yazı taşları. Son bölümde, Lebuda artık her şeyi terk edip bir mağaraya sığındığı yaşlılık günlerinde “her şeyi” anımsamaya çalışırken bunları da anımsar. Mağarasının yakınındaki köyde yaşayan dostluk kurduğu küçük kız, taşlardan üçünü bulur, diğerleri ise kayıptır. Burada, küçük kızda simgelenen gelecek umududur. Tarih boyunca kadınlara ilişkin pek çok şey gibi, kayıp taşları bulup getirecek olan da odur belki. Taşlardaki şiirler a, b, s harfleriyle başlayan kelimelerle yazılmış ve tarihin başlangıcında, henüz dilin de yazının da emekleme dönemlerine ait imgeler ustaca canlandırılırken, tasavvufa gönderme yapılmış.
Yumuşak ve duygu dolu atmosfer
Asuman Bayrak, Kayıp Taşlar’da, ortak bilinçaltımızdaki öykülerden biri aracılığıyla insanlığın temel sorunlarını masaya yatırırken, öğreticiliğe ve belgesel dilinin tuzaklarına düşmeden, kahramanların dilinden, son derece nahif, duygu dolu bir atmosfer yaratmış. Düşünceler ve yazarın ya da yorumcuların bu eski öykü hakkındaki fikirleri, bu yumuşak atmosfer içinde, orada burada yanıp sönüyor. Örneğin, romanın başındaki Ali Şeriat’nin Dostoyevski alıntısı, bir yandan da Şeriati’nin bu öyküyle ilgili olarak, insanlığı tarımın değiştirmeye başladığına ilişkin yorumunu da akla getiriyor. Ona göre, Hâbil avcılık döneminin, Kâbil de çiftçilik döneminin temsilcisidir. Tarım ise, özel mülkiyeti doğurmuştur.
Tüm insanlık tarihi boyunca bize fısıldanan öykülere kulak kabartmalıyız belki de. Onlarda metaforlar arasında gizli anlamı bulup çıkarmalıyız.
Onları metaforundan sıyırıp anlamaya çalışmak da farklı bir yol. Asuman Bayrak da Kayıp Taşlar’da bunu yapmış. Bu öykülerden birini metaforundan sıyırıp farklı bir bağlama yerleştirmiş, hatta bazı yönlerini tersine çevirip çağımızın sorunlarını, çok katmanlı bir roman kurgusu ve yapısı içine yerleştirmiş.
Bu yazıyı, romandan bir tümce ile bitirelim. “Geçmişi tekrar tekrar düşünüyorum. Orada duruyor işte! Herkes dönüp bakabilir.”
Kayıp Taşlar
Asuman Bayrak
Ayrıntı Yayınları

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Yazmanın ontolojisi ve bir düzeltme

Ontolojinin anlamını öğrenmek için epey çaba sarf ettiğimi hatırlıyorum. Sözlüklerden açıklamasını okuyor ama hemen unutuyordum; daha doğrusu tam kavramadığım için, kelimeyle her karşılaştığımda yerine oturtamıyor, cümleyi anlamıyor ve not aldığım defterlere sürekli parantez açıp ontojoji=varlık bilim diye yazıyordum. Var olanların, varlığın var oluş ilkelerini, özünü, gerçekliğini, kendisini inceleyen bir bilim olduğunu idrak etmem zaman aldı. Hala tereddüt ederim, ancak her kelimeyi, tanımı herkes kendine göre kullanıyor işte.
Hikaye, roman yani yazı yazmanın da bir ontolojisi var, diye düşünürüm. Belki kelimeyi yanlış kullanıyorum ama niçinlerin peşinde dolaşırken gelip kalemime takıldı. Muradımı anlatmama, kendimi ifade etmeme aracı olacağına eminim. Hani hikaye, roman yazanlara genellikle ‘nasıl yazıyorsunuz’ diye sorarlar ya, bir de ‘niçin yazıyorsunuz’ sorusu vardır. O durumun, yazmanın ontolojisi merak edilir bence.
Peki, insanın duygu ve düşüncelerini kelimelere dökerek, yazıyla biçim verip somutlaştırması, görünür hale getirmesi, edebiyatla uğraşması yani yazmanın ontolojisi nasıl açıklanabilir? Bu noktada şöyle bir not düşünmekte yarar var sanırım; neden sorusunun cevabı bilimseldir de, niçin sorusunun cevabı metafizik bir zemindedir. Göreli bir alana gireriz. Sana göre, bana göre söylenen, öyle cevaplanan bir durumda ise, cevabı kabul etmemek, hayır demek mümkün müdür? Bunu böyle söylüyorsam, kabul edilmesi gerekmez mi? Gereklilik kelimesini pek sevmem, ama bazen insan zorunlu kalıyor. Söylenenden kuşku duyulması, niyet keşfine çıkılması bütün köprüleri yıkıyor çünkü.
İşin püf noktası, güven duygusu. İlişkilerde güven duygusu ortadan kalktıysa, solipsizm gelip kapıya dayanıyor. İnsanlar kendi dışında hiçbir şeyi gerçek olarak kabul edemiyor; tek bencilik alıp başını gidiyor. Bütün göz ardı ediliyor ve kişi bir tek cümleye takılıp yanlış çıkarımlarda bulunabiliyor.
Öncelikle kendi ruh sağlığım için yazıyorum. Bayat bir tanım olsa da söylemeden geçemeyeceğim; hayata tutunmamın tek yolu yazmak. Eli kalem tutan bütün kadınlara da yazmayı öneririm. İnsan yazdıkça kendini tanıyor, hayatla baş etmenin yollarını buluyor, gelişiyor, dönüşüyor. Ve yazılanlar kitap haline gelip hele bir de basıldıysa dünyayı tanıyor, hayatı öğreniyor.
İngilizcede ‘self-reliance’ denen bir hal var; yani kişinin her yaptığının mutlaka doğru ve haklı olduğuna inanması, asla kendiyle hesaplaşmaması, tersine ikna edilmesinin imkansızlığı. Kendine güven iyidir de, bunun sorgulanamazlığı ne menem bir duygudur merak ediyorum. İnsanı gerçekten çaresiz bırakıyor. Hikmetle hurafe birbirine karışıyor.
On yılı aşkın bir süredir yazmaya çalışıyorum. İlk kitabım basılırken, tanıtımı için çaba harcayacağımı tahmin etmiyor, bu konuda neyin nasıl yapılması gerektiği üzerinde durmuyordum, ama birden kendimi bambaşka bir alemde buldum. Bir şeyler yapmazsam kimse Kayıp Taşlar’ın yayımlandığını duymayacaktı. Yazdıklarımı paylaşma heyecanıyla, tanıdığım gazetecilerle konuştum. İnternet aracılığıyla ulaşabildiğim eski dostları aradım.
Uzun yıllar gazetecilik yaptığım için medyayı bildiğimi zannediyorum. Bazı durumların önüne geçmek, denetleyebilmek imkansızdır. Hız her şeydir. Yazının, söyleşinin ‘son halini görmek’ hayalden öteye geçmez. Netice olarak, Hürriyet’teki söyleşi ‘soğuk ve mesafeli’ bulundu, T24’deki söyleşi için de ‘sen kim oluyorsun da bunları söylüyorsun’ dendi. T24’de çarpıcı olsun, dikkat çeksin diye önerilen bir başlık, kısaltıldığı için söyleşinin havasına uymayan son cümleyle birleşince, beni ‘ahkam kesen’ bir konuma yerleştirdi. Her eleştiri kabulüm; dinliyor ve kendime pay çıkarmaya çalışıyorum. İnce eleyip sık dokurum. Hata insana mahsustur, derler. Hiç kimseye, hiçbir gruba akıl vermek, yol yordam öğretmek gibi bir niyetim yok, üstelik haddim de değil. Maksadımı aşan bir durum hasıl olmuştur. Duyurulur.

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Teşekkür etmem gerekenler…

Kayıp Taşlar artık benden çıktı. Eksiğiyle, fazlasıyla elimden geleni yaptım; ama bu süreç içinde özellikle teşekkür etmek istediğim isimler var.
Burhan Sönmez’e teşekkür ederim. Beni Ayrıntı Yayınlarına yönlendirdiği için, moral ve destek verdiği için…
Ömer Türkeş’e teşekkür ederim. Kitabı basmaya uygun bulduğu, onca işinin arasında maillerime hemen cevap verdiği, planlı çalışmasıyla akışı yönlendirdiği için…
Teşekkürlerin en büyüğü Can Kurultay’a. Can ve Turgay Kurultay, kitabı yazmaya başladığım ilk günden bu yana her fırsatta Kayıp Taşlar hakkında benimle konuştu, tartıştı, hatalarımı görmeme yardım ettiler. Özellikle Can Kurultay’ın, kitabın yayınlanacak hale getirilmesinde büyük katkısı vardır.
Teşekkürün yetmeyeceği cephe; kardeşlerim ve oğlum. Yazabilmemi, aileme borçluyum. Onüç, ondört yıl kadar önce, son iş yerimde de tartışıp istifa edince, kız kardeşim Muhsine, ‘bu medyada çalışamayacağın ortada, evde otur, ne istiyorsan yaz, ekonomik olarak biz seni destekleriz,’ dedi. Aile şirketimiz Mavi Kare’nin desteği olmasa, köye gidip yazmaya başlayamazdım. Yazdığım her satırı önce Özgür’e okutuyordum; sabırla moral verdi. Kardeşlerime ve oğluma ne kadar teşekkür etsem az…
Kayıp Taşlar’ı okuyanların bilmesini istedim.

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın