Taksim Gezi direnişinin ilk günlerinde ya da şimdisinde, önünde ardında, ontolojisinde veya epistomolojisinde gerontokrasinin sonu yatıyor. Yaşlıların yönetime/yasalara/hakka hukuka egemen olması (gerontokrasi) bitti, yukarıdan kurulan dilin sonu geldi, ama yaşlılar/yöneticiler/köşe kadıları bunun farkında bile değil. Gezi nedir, ne değildir, neleri kapsar, içerir, neyi değiştirdi, dönüştürdü, etki alanları vs.yi konuşup yazmayı sürdürüyorlar. En çok da ‘bundan sonra ne olacak’ sorusu soruluyor. Eyvallah da…
Gezi direnişi/isyanı üzerine yazan/çizen/konuşan herkesin “Kes sesini Tayyip” sloganının ne anlama geldiğini oturup bir düşünmesinde yarar var, derim. Tayyip Erdoğan’ın kişiliğinde somutlaşan iktidar/yönetici/yaşlılar susmayı ve dinlemeyi öğrenmediği sürece bir adım atamayacağız. Üstelik, teorinin yetersiz kaldığı, pratiğin öne geçtiği bir süreç yaşıyoruz.
Gezi isyanı başlayınca, yaşlıların artık susması gerektiğini öğrendiğimden yazmaya niyetim yoktu, ancak hariçten gazel okuyan/dışarıdan gezi yazılarının bitmek bilmemesi birkaç satır karalamamı zorunlu hale getirdi. Gençlerden özür diliyorum.
Hayat, doğal olanın kültüre, kültürün iktidara dönüşümüyle sürüp gider. Durup şöyle bir düşününce veya sıra dışı olaylarla karşılaşınca kafamız karışır, elimiz ayağımıza dolaşır, neler olup bittiğini kavramakta zorlanırız. Büyü bozulur. ‘Normal’in dışına çıktığımız an devrim başlar. Devrim ‘sanki’ değil gerçekten göz kırpar. Gezi isyanı/direnişi de bütün kişi, kurum, kuruluş ve toplulukların hayatını değiştirdi, değiştirmeye de devam edecek.
Bence, Taksim Gezi parkını 2 haziran pazar sabahı görmek gerekiyordu. Özgürlüğü hissedebilmek için. Yalın, saf, dupduru bir hürriyeti yaşamak için. Hayatımızın, nefes alıp verdiğimiz her yerin nasıl bir hapishaneye döndüğünü fark edebilmek için. Sonra biber gazı solumak, gaz nedeniyle gözyaşı dökmek de algımızın değişip dönüşmesine yardım edebilirdi. Hadi olmadı, diyelim. İmkanlarınız elvermedi. Sabah serininde yaşadıklarına kendi de inanamayanlara taze börekler, çörekler ikram eden, su dağıtan kimseyi göremedin. Parayı ortadan kaldıran, paylaşmayı esas alan kendiliğinden örgütlenmeye tanık olmadın. Bari bi dinleyin. Anlatılanlara kulak verin. Duvar yazılarını okuyun.
Geçmişte kullanılan dil ve akıl yürütmeyle olayları kavramamız, artık imkansız. Kollektif eylemlilik sürecinde tüm ilişkilerin kırılıp yeniden yapılandığı, herkesin herkese farklı bakmaya başladığı bir anın içinde, kimilerinin deyimiyle ‘insanlar level atladı’. Tayyip Erdoğan’ın, AKM’nin cephesine bayrak ve Atatürk resmi astırtınca gizlisi kapaklısı kalmayan yenikemalist/devletçi haline kıs kıs gülen gençler, Vendetta maskeleriyle karşımıza dikilerek bütün maskeleri alaşağı ettiler.
Şimdi herkes biraz kendine ve yakın çevresine bakmalı.
Benim gördüğüm ve kavrayabildiğim kadarıyla, Taksim Gezi Parkı günün her saati başka bir kılığa giriyor, kimliği kişiliği her geçen gün değişip dönüşüyor, farklılaşıyordu. Mesela ilk gün sabah saatlerinde bir tane bile seyyar satıcı yoktu, sonra bir ara bizim köyün panayır yerine dönüştü. Gece kalanlar, yemek saatlerinde uğrayanlar, gezmeye gelenler, ya da birilerine mihmandarlık yapanlar oldu. Kimi dolma tenceresini, kimi kitaplarını kapıp gelmişti. Gitarı sazıyla, fırçası boyasıyla herkes bildiği işi yaptı veya bir işin ucundan tuttu. Barikatlar kurulurken inşa edilen ruh bütün kentlere yayıldı. Şu günlerde Hatay Armutlu haberlerini dinliyoruz. Yüreğimiz ağzımızda Dikmen ya da Adana’dan atılan twitleri takip ediyoruz. Tayyip Erdoğan ‘bir ölü, iki ölü, üç ölü’ diyor ya, hem de utanmadan ‘polise şiddet uygularken öldüler’ diye ekliyor ya, hem de iftar sofrasında. Boğazıma sanki bir yumru tıkanıyor. Nefes alamıyorum.
Milyonlarca insanın tanıklık ettiği, sayısız kamera ile izlenen, binlerce twittle anlatılan olaylar hiçbir ahlaki kaygı taşınmadan çarpıtılıp ısrarlı bir karalama kampanyası yürütüldü/yürütülüyor. Üstelik çirkeflikte sınır tanımıyorlar. Yalan ve iftiranın bini bir para. AKP medyasının Akit’leşmesi, AKP’lilerin Melih Gökçek’leşmesi sona erecek gibi değil. Komplo teorileri havada uçuşuyor. Polisin ‘kahramanlık destanı’ da bitmedi.
Hastanelerde hala ölüm kalım savaşı verenler var. Katiller serbest. Her sokaktan bir palalı, ya da sopalı çıkabilir. Gözaltı ve tutuklama furyası sürüyor. Benim sözüm ise bütün bunlara değindiği halde olup biteni tam kavramayan, kendilerini her şeyden vareste tutan, kişisel alanlarını korumakta ısrar edenlere. Devrim ‘yapma’ya takılıp kalan, devrim ‘olma’yı asla beceremeyenlere.
Yaşanan olaylara dair her kavramsallaştırma, tanımlama belli bir zaman ve yere içkindir. Bulunduğu yerden konuşan/yazan insanlar bunun farkında olduğu sürece mesele yok, ancak fiyakalı Tayyip Erdoğan’ın ‘her şeyi ben bilirim’ciliği ne kadar yaygınmış.
Akademisyen sterilizminin üstüne bir miktar apolitik sosu bulanıp gezi direnişçilerinin üzerine boca edilmesine sadece gülebilirim. Hele orta sınıf mı, üst orta sınıf mı, dikotomi oradan mı geçer buradan mı tartışmaları evlere şenlik. Güvencesiz üniversiteliler, komik çocuklar konseptiyle ele alınıp yüzlerce yazı yazıldı/yazılıyor. Karl Marks’tan, Walter Benjamin’den alıntılarla, Tahrir, Wall Street benzetmelerinden medet umuluyor.
Gezi’de neler oldu/yaşandı ve şimdi ne olacak yazıları bitecek gibi değil. ‘Dövüş Kulübü’ kahramanlarına atıfta bulunmak, direnenlere ‘kalifiye unsurlar’ demek, örgütsüzler/bilinçsizler vahlamasıyla yazıklanmak, yanı sıra akıl vermek, bilgi ölçer süzgeçlere başvurmak, yaşananların dışından ahkam kesmek alıp başını gitti. Hemen hemen bütün dergiler Taksim/Gezi/Direniş/İsyan kapakları yaptı. Biri bile ‘buyrun gençler, bu sayımız sizin’ demedi. Eh bir iki röportaj, ya da içeriden yazı almaya özen gösterdiler tabii, ancak tahtını terk eden, formatını değiştiren yok. Kimse aynanın karşısına geçmiyor, kendine bakmıyor, rahatını kaçıracak tek cümle sarf etmiyor. Konforları bozulacak diye ödleri kopuyor.
Olayların ilk günlerinde Gezi’de gençler ‘beyaz saçlı birileri televizyonlara çıkmış, hım, hım yine bi şeyler anlatıyormuş’ diye gülerken, o abiler, ablalar bir kere bile gaz yemeden, direniş ruhunu tahlil edip akıl fikir dağıtmaya soyunmuşlardı. Bir kısmı twitter dünyasına adım attı, ancak orada da yol, yöntem öğretmeye devam ediyor.
Bir arkadaşım ‘susmak imkansız’ demişti. Haklı olabilir. Doğrudur; ama bir şey yazacak/söyleyeceksek bari gençlerden ilham alsak. Kolları sıvayıp ‘cevher’ işlemeye girişmesek. Dönüp kendimize baksak. İçimizdeki ‘Tayyip’i açığa çıkarsak. Hiç olmazsa bir anlam ifade eder. Birkaç adım atmış oluruz. Ama nerede? Hep öğreten, öğrenmeyi kendine yediremeyen bir milletiz vesselam.
Çapulculara, başıbozuklara, marjinallere güveniyorum. Eninde sonunda onlar galip gelecek. Bu arada içimdeki devrim ateşini alevlendirdiler ya… Yaşama gücü verdiler. Daha ne olsun? Ne kadar teşekkür etsem az.
Bilimkurgu
Son kitabımı buradan indirebilirsiniz.-
Son Yazılar
Arşivler
Son yorumlar
- okurdan için Çağlar Tanyeri