Geçmiş meğer bugünmüş…

Taraf gazetesi Kitap eki – 8 Mart 2013
Nuray Tekin
Habil ile Kabil hikâyesini ya da meselini hemen hemen herkes bilir. Kaynağı Sümer mitolojisine dek uzanan bu öykünün kutsal kitaplar da dahil tüm kaynaklardaki ortak yorumu ise olayın insanlık tarihindeki ilk cinayet, Kabil’in de ilk katil olduğudur. Farklı kaynaklarda cinayetin nedenine ilişkin farklı yorumlar (Kabil’in Tanrı’ya sunduğu kurbanın kabul edilmemesi; Kabil’in daha güzel olan kendi ikiz kız kardeşi ile değil, Habil’in ikizi ile evlendirilmek istenmesi) bulunsa da tümünde kıskançlık ve kibirden bahsedilir.
İlk romanı Kayıp Taşlar’da bu hikâyeyi farklı bakış açısıyla ele alan Asuman Bayrak’ın meselesi, bilinen eski bir hikâyeyi hayal gücüyle zenginleştirip yeniden anlatmak değil. Bu nedenle, romanın ana çatısını oluşturan hikâye ile ilgili fazla söze gerek yok. Zaten roman, yazarın ilk sayfada da belirttiği gibi “Habil ile Kabil’in kız kardeşleri Aklima ile Lebuda’nın hikâyesi”.
Romanın başındaki bu cümle, yazarın temel sorunu, dolayısıyla da romanın nasıl okunması gerektiği hakkında okura ilk ipucunu sunuyor.
Asuman Bayrak, bence zor bir işe soyunmuş. Hem de ilk romanıyla. Katilin herkes tarafından bilindiği bir cinayeti anlatmış her şeyden önce. Bu, aslında herhangi bir yazının okunmasını sağlayan en temel dürtülerden biri olan merak unsurunu elinin tersiyle itivermek anlamını taşırken, aynı zamanda rivayetlerde adı geçmeyen kız kardeşleri hatırlatarak “Bildiğiniz bir hikâyeyi hiç bilmediğiniz anlamlarıyla anlatacağım” tezini de içerdiği için, yazarın bir dezavantajı avantaja dönüştürmeyi başardığını göstermekte.
Roman üç bölümden oluşuyor. “Aklima” adını taşıyan ilk bölüm, Ali Şeriati’nin Dostoyevski’den yaptığı bir alıntı ile başlıyor: “Bir yerde bir adam öldürülmüşse suça katılmayanların da ellerine kan bulaşmıştır”.
Bu sözle ifade edilen düşünce, yazarın izleklerinden birini ortaya koyarak, tıpkı romanın girişinde, hikâyenin sözü edilmeyen kahramanlarına işaret eden söz gibi, okura ikinci ipucunu veriyor.
Şiirsel, akıcı ve özenli bir dil
Romanda tek bir izlek değil, birçok izlek var; anlamsal olarak çok katmanlı, anlatım açısından ve yapısal olarak da çoksesli. Tek bir olay ya da hikâye (Kabil’in Habil’i öldürmesi), üç bölümde ifade edilen üç farklı bakış açısından anlatılmış. Birinci bölümde, olanlar Aklima’nın bakış açısından anlatılıyor. İkinci bölümde, nesnel bir dille, bir anlatıcının bakış açısından yedi güne bölünmüş olarak; üçüncü bölümde ise kız kardeşlerden küçüğü Lebuda’nın bakış açısından ve “olay”ın tüm kahramanları (Adem ile Havva, Aklima, Kabil ile Habil ve kendisi) ile ilgili düşünceleri üzerinden anlatılmış. Bu yapısı ile ortada yer alan ve belki de nesnelliği temsil eden ikinci bölüm, iki kadının anlatımları ile sarmalanmış. Romanın dili yalın, yer yer şiirsel ve akıcı. Arka planda özenli bir araştırmanın yattığını da hissettiriyor. Bir anlatıcının anlattığı ikinci bölüm, Mevlana’nın “Senin gönlünde bir şey parlıyor; ona bak! Yoksa hikâye dinlemekle esrar düğümü çözülemez” cümlesiyle başlıyor. Üçüncü bölüm Lebuda’nın dilinden “Hakikate elbise giydirilirken oradaydım” sözüyle başlıyor. O da tıpkı ablası Aklima gibi, tek derdinin hakikat olduğunu , “hakikatin üstünü el birliğiyle örttüklerini” ve “hakikati giydirip serbest bıraktıklarını” söylüyor.
Peki, üstü örtülen, giydirilip serbest bırakılan “hakikat” nedir? Yazar, bu arayışı “başlangıç”a, “ilk”e giderek yapmaya çalışmış. Onu bu arayışa itense, insanlığın geldiği nokta, “vicdan”ın yok olduğu bir çağdan duyulan rahatsızlık. Yazarın da söylediği gibi “süreç öyle uzun ve o denli karmaşık” ki pek çok şeyin sorgulanmasını gerektiriyor. İnsan, Anne, Baba, Aile, Kadın, Erkek, Aşk, Çocuk, Doğa, Tanrı, İnanç, Suç, Ceza, Vicdan, Adalet, Özgürlük… Devam edelim İyilik, Kötülük, Şiddet… Baş harfleri büyük yazmamın nedeni, bu kavramların insanlık için temel olduğunu düşünmem.
İnsanlık, tarihin bir noktasında “hata” yaptı ya da “günah” işledi ve bundan sonra “hiçbir şey eskisi gibi olmadı”. Belki de tarih dediğimiz şey, aslında bir hatalar zincirinden başka bir şey değil. İnsanlığın geldiği nokta, bunun kanıtı.
Asuman Bayrak da işte bu “hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağı” noktaya doğru yola çıkmış, anlatısında da küçük bir insanlık tarihi yazmış aslında. Kayıp Taşlar’da yukarıdaki birçok kavramı, bir roman kurgusu içinde masaya yatırmış.
Mitoloji, meseller, dini hikâyeler, efsaneler, hatta masallar, insanlığın ortak bilinçaltına, Jung’un “kolektif bilinçdışı” olarak adlandırdığı olguya işaret eder, ondan öğeler içerir. Jung’un kuramının temel öğelerinden biri de arketip (ilkörnek) kavramıdır. Anne arketipi, belki de en belirleyici arketiplerden. İnsanlık nerede hata yaptı diye düşünürken Jung’un terimlerini kullanırsak, “persona”larımızı giyinirken “gölge”lerimiz(e) ne oldu? Ya da toplumsal “Kadın” ve “Erkek” kişiliklerimizi bürünürken, tıpkı kendi ikizini isteyen Kabil ile Aklima gibi diğer yarımızı arayan Anima ve Animus ne olmuştur? Başlangıçta İyilik de Kötülük de, Savaş da Barış da yoktu. Çünkü her şey zıddıyla var olur. İlk günah olarak anlatılagelen Adem ile Havva’nın iyiliğin de kötülüğün de bilgisini taşıyan ağacın yasak meyvelerinden yemeleri ve Cennet’ten kovulmaları ne anlama gelmektedir?
Tasavvufa göndermeler de var
Bazen toplumsallaşma sandığımız şey, insanın belki de zorunlu olarak (belki, çünkü başka türlü de olabilirdi) yarattığı “bir arada yaşama” olgusunun yüzyıllar içinde giderek karmaşıklaşması sonucu “asıl gerçek”in giderek dolayımlanması ve yanılsama bulutlarıyla sarmalanması değil de nedir? İnsanlığın gelişimi boyunca aramıza hep bir şeyler yığılmış yığılmış… Ve giderek kalınlaşmış bu katman. Biz kendi gerçeğimize de o “yığıntı”nın arkasından bakıyoruz aslında. İşte bunun için, belki de kalın çizgilerle bakmak gerekir hayata, olup bitene. Bunun yollarından biri şeylerin ilk’ine doğru gitmektir, bu bizi kendi dolaysız varoluşumuza ve temel kavramların henüz “kir”le kaplanmamış hallerine ulaştırır.
Asuman Bayrak’ın Kayıp Taşlar’ı, çok katmanlı niteliğiyle sadece yukarıda sözünü ettiğimiz temel kavramları değil, dilin ve yazının ortaya çıkışı gibi insanlık tarihinin dönüm noktalarını; ilk oyunlar, ilk masal, dövme, cenaze, sünnet vb günlük yaşama ilişkin birçok olguyu da bu katmanlar arasına gizlemiş.
Kayıp taşlar, bir anlamda da, Lebuda’nın bir zamanlar yazılarını (şiirlerini) yazdığı yazı taşları. Son bölümde, Lebuda artık her şeyi terk edip bir mağaraya sığındığı yaşlılık günlerinde “her şeyi” anımsamaya çalışırken bunları da anımsar. Mağarasının yakınındaki köyde yaşayan dostluk kurduğu küçük kız, taşlardan üçünü bulur, diğerleri ise kayıptır. Burada, küçük kızda simgelenen gelecek umududur. Tarih boyunca kadınlara ilişkin pek çok şey gibi, kayıp taşları bulup getirecek olan da odur belki. Taşlardaki şiirler a, b, s harfleriyle başlayan kelimelerle yazılmış ve tarihin başlangıcında, henüz dilin de yazının da emekleme dönemlerine ait imgeler ustaca canlandırılırken, tasavvufa gönderme yapılmış.
Yumuşak ve duygu dolu atmosfer
Asuman Bayrak, Kayıp Taşlar’da, ortak bilinçaltımızdaki öykülerden biri aracılığıyla insanlığın temel sorunlarını masaya yatırırken, öğreticiliğe ve belgesel dilinin tuzaklarına düşmeden, kahramanların dilinden, son derece nahif, duygu dolu bir atmosfer yaratmış. Düşünceler ve yazarın ya da yorumcuların bu eski öykü hakkındaki fikirleri, bu yumuşak atmosfer içinde, orada burada yanıp sönüyor. Örneğin, romanın başındaki Ali Şeriat’nin Dostoyevski alıntısı, bir yandan da Şeriati’nin bu öyküyle ilgili olarak, insanlığı tarımın değiştirmeye başladığına ilişkin yorumunu da akla getiriyor. Ona göre, Hâbil avcılık döneminin, Kâbil de çiftçilik döneminin temsilcisidir. Tarım ise, özel mülkiyeti doğurmuştur.
Tüm insanlık tarihi boyunca bize fısıldanan öykülere kulak kabartmalıyız belki de. Onlarda metaforlar arasında gizli anlamı bulup çıkarmalıyız.
Onları metaforundan sıyırıp anlamaya çalışmak da farklı bir yol. Asuman Bayrak da Kayıp Taşlar’da bunu yapmış. Bu öykülerden birini metaforundan sıyırıp farklı bir bağlama yerleştirmiş, hatta bazı yönlerini tersine çevirip çağımızın sorunlarını, çok katmanlı bir roman kurgusu ve yapısı içine yerleştirmiş.
Bu yazıyı, romandan bir tümce ile bitirelim. “Geçmişi tekrar tekrar düşünüyorum. Orada duruyor işte! Herkes dönüp bakabilir.”
Kayıp Taşlar
Asuman Bayrak
Ayrıntı Yayınları

Bu yazı Uncategorized kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir yanıt yazın