Kabuk Adam’dan Kabuk Kadın’a

Aslı Erdoğan’ın ilk kitabı yalnızlık üzerinedir. Kabuk Adam’da “tutkulu bir aşık gibi kur yaparak yağan yağmur”ları, “ölümcül aşkları ve nefretleri hatırlatan rüzgar”ları, “okyanusa doğru yardım bekleyen bir el gibi uzanan iskele”yi gözünüzün önünde canlandırırken, çıldırtıcı gücünü yaşanamayan arzulardan, gizli hayallerden alan bir tutkuyu, ölümle yaşamın sınırında kurulan mucizevi bir dostluğu, aşkı, korkuyu ve umutsuz yalnızlığını anlatır.
Kitabın daha ilk sayfalarında Türkiye’de tek bir dostunun olmadığını söyler. Çünkü o hiçbir “cemaat”in içinde değildir. Topluluk zihniyetinin yarattığı kabuğun içine sıkışıp kalmamış, başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kendi aklını kullanma kararlılığını ve yürekliliğini göstermiştir. Oysa bu memlekette herkes tanımlı bir yere, konuma sahiptir.
Türk, Kürt, Alevi, Müslüman olmanın yanı sıra birinin eşi, başkasının ablası, abisi, amcası, dayısı, yengesi, halası, teyzesiyiz. Birini tanıştırırken ya da birinden bahsederken ayrıntılı bilgi veririz; ablamın kocası, amcamın oğlunun baldızı, babamın eniştesinin kızının torunu gibi. Herkes yerini, nerede olduğunu çok iyi bilir. Biraz mürekkep yalamış, batı kültürüyle tanışmış olanlar kişinin ismini, mesleğini de ekler. Son yıllarda “kuzen” gibi toptancı yaklaşımlar olsa da ayrıntılı konum bilgisi her zaman, her yerde önemlidir. Ne var yani, diyebilirsiniz, ama nelere yol açar, düşünmekte fayda var.
Geleneğe bağlı bir zihinsel yapının ip uçlarını taşıyan bu konumlandırma meselesi, öncelikle ben’i yok eder. Kişi, akrabalık ağlarının, cemaat ilişkilerinin içine hapsedilir. Ortada sosyal bir devlet olmadığı için okul, iş, eş seçerken bu ağlar devreye girer. Böyle bir ortamda da hiçbir cemaate ait olmamayı tercih edenler kendilerini yalnız hisseder.
15 Temmuz sonrası -HDP’yi dışlayarak- geçici bir uzlaşmanın sağlandığı söylense de cemaat ve cemiyet meselesi üzerinde ayrıca durmak lazım; çünkü dini cemaatler sıraya girmiş, ellerini ovuşturuyor. “Hainler mezarlığı” fikrini savunanlarla, “dostlarınızı ihbar edin” emrini verenlerle, Kur’an’a el basıp soruları çalanlarla, hocasının kestiği tırnağı muska yapıp boynuna asanlarla cemiyet olmaya direnen bir toplumda yaşıyoruz.
Aslı’nın arkadaşları bir cemaat değil; Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay’ın yalnız olmadığını göstermek için özgürlük nöbetleri tutuyor, yazılar yazıyorlar. Düşünceleri nedeniyle tutuklananların derhal serbest bırakılmasını istiyorlar. Aslı Erdoğan’la Necmiye Alpay dışarıda olsaydı, kapatılan Özgür Gündem Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Zana Kaya ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü İnan Kızılkaya ile -sayıları her geçen gün artan- diğer muhalif gazete ve televizyonların çalışanlarının, muhabirlerinin isimlerini unutmamamızı isterlerdi.
Aslı, 2008’deki bir röportajında hapishanedekileri “Unutmak, unutulmak için kapatılan insanlar topluluğu” diye tanımlamıştı. “Hani, toplumun gözünden uzak olsun ‘zararlı unsurlar’.” Son yazısında ise “Türkiye karanlık bir süreçten geçiyor, başımıza örülmüş, örülecek çoraplar konusunda birbirimize karşı sorumluyuz.” demişti. Haklıydı. Kendine benzemeyene tahammül edemeyenlerin oluşturduğu bir linç ortamında yaşadığımızı, yaşı büyütülüp asılan çocukları, gözaltında kaybolanları, işkencelerde öldürülenleri, bodrumlarda yakılanları bildiğimiz halde ne yapacağımızı ve ne yapmamız gerektiğini düşünemez durumdayız. Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay yazıyordu; hem de hiç bıkmadan, usanmadan, görmezden gelenlere inat, engelleme gayretlerine aldırmadan duygularını, düşüncelerini kaleme alıyorlardı. Ötekileri, başkalarını, acıyı, zulmü, işkenceyi, Cizre’yi anlatıyorlardı.
Türkiye Suriye olacak mı, derken oldu bile. Bazı bölgelerde rutin hayat devam ederken canlı bombalar patlıyor. Ölüyoruz. Sorgusuz, sualsiz gözaltına alınan/tutuklanan binlerce insandan haber alınamıyor. Umutları, hayatları altüst edilen yüz binlerce, milyonlarca insan var.
15 temmuz kanlı darbe girişiminin ardından korkunç bir cadı avı başlatıldı. Önce muhalifleri, Kürtleri susturmaya hatta yok etmeye yönelik bu sürek avının giderek pervasızlaşan, hak hukuk tanımayan rüzgarı Aslı Erdoğan’ı, birkaç gün sonra da Necmiye Alpay’ı ve 100’den fazla gazeteciyi aramızdan çekip alarak dört duvar arasına hapsetti. Binlerce akademisyen, öğretmen, kamu çalışanı işten atıldı. Yarına dair kimsenin güvencesi yok.
Televizyonlarda ise cinlerle hipnotize edilen pilotlardan, deprem yapmaya muktedir hocalardan bahsediliyor. Savaş haberlerinin ardından, itirafçıların anlattığı “hikaye”leri dinlerken, biri penceremi tıklattı. Baba dayağından kaçan oğlanın eve dönme duası varmış. Davet ediyorlar. Gülsem mi, ağlasam mı bilemedim.
Yıllar evvel köyde yaşamaya başlayınca ilk sorunum kapı zili olmuştu. Akrabalarım, komşularım kesinlikle kapı zilini çalmıyor, pencereyi tıklatıyorlardı. Pencerenin önündeki masada çalıştığım için her seferinde irkiliyor, “zili çalsanıza” diye sitem ediyordum. “Eller gibi zil mi çalınır, pencere vurulunca tanış biri geldi, dersin” demelerini mecburen kabullendim, ama onlar beni kabullenmedi. Israrla kendilerine benzetmeye çalışıyorlar. Ya onlar gibi olacaksın, ya da olmayacaksın.
Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay’la dilimiz ortak, aynı kaygıları taşıyor, benzer acılar yüzünden gözyaşı döküyoruz. Aslı’nın 15 Temmuz 2016 tarihli yazısı “Burası, hayatın son anlarından, son seslenişlerinden ve çığlıklarından dokunmuş suskunluğumuz, ölülerle paylaştığımız ıssız çölümüz…” diye biter. Hiçbir cemaate ait olmayanlar bu ıssız çölün vahaları galiba.
Aslı, Kabuk Adam sayesinde kendi kabuğunu kırıp özgürlüğe uçmasının hikayesini anlatırken bir gün Kabuk Kadın olacağının farkında mıydı, bilmiyorum. “Kuytu köşelerde yetişen mantarlar gibi bir araya toplanmış da olsak, aslında hepimiz kendine özgü, yalnız insanlar”ız(Kabuk Adam. s.164).
Aslı Erdoğan, benim için artık Kabuk Kadın “yalnızlığın bir yumruk gibi boğazıma çöktü”ğü anlarda çekmecemden onun bir kitabını alıp okumaya başlıyorum. İyi geliyor. Siz de öyle yapın.
Asuman Bayrak

Bu yazı Uncategorized kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir yanıt yazın